Üç kişi İmam Azam Hazretleri'ne birere soru sordular.
Büyük İmam hepsine birbirirnden güzel cevaplar verdi:
1-)Bize ALLAH'ın gösterebilirmisin?
2-)Cehennem ateş olduğuna göre,ateşten yaratılan
cinler ve şeytanlar orada nasıl azap göreceklerdir?
3-)Hem kaza ve kadere inanmamızı istiyorsun,
hemde insanın iradesinden bahsediyorsun.
Halbuki insan herşeyi mecburen yapar,
kendi iradesi yoktur?
Bu soruları alan büyük imam,eline aldığı bir avuç
toprağı soranların yüzüne attı.
Üçüde bu davranışa tepki gösterdiler.
İmam-Azam bunun üzerine şöyle dedi;
"ALLAH'ı göremediği için inkar etmeye çalışan adam!
Toprağın yüzünde meydana getirdiği acıyı
görebildinmi?
Daha yüzündeki acıyı göremezken ALLAH'ı göremediğin
için nasıl inkar edersin?
Ya sen ikinci sorunun sahibi!
Bildiğin gibi insan topraktan yaratılmıştır.
Ama bu bir avuç toprak senin yüzünü acıtmaya yetti.
Demek ki Cehennemin ateşi de ateşten yaratılan
varlıkları yakabilir.
İnsanın iradesini inkar eden adam!
Madem benim iradem yok,ne diye yüzüne attığım
toprak için benden şikayetçi oluyorsun?
"Aldıkları bu cevaplar karşısında şaşkına dönen
adamlar ne diyeceklerini bilemeden oradan uzaklaştılar.
Birkac yuzyil once Papa butun yahudilerin
Roma'yi terk etmeleri gerektigine karar
verir. Dogal olarak Yahudi toplumundan
buyuk bir tepki gelir. Bunun uzerine,
Papa ile Yahudi toplumundan onde gelen
birisiyle karsilikli dini bir muzakere
yapmalarini onerir. Yahudiler kazanirsa
kalacaklar, Papa kazanirsa gidecekler.
Yahudiler caresiz kabul eder ve temsilci
olarak Moiz'i secerler. Ancak Moiz'in
Papa ile ayni dili konusamamasi nedeniyle
muzakere de konusmak yerine sadece
isaret dilinin kullanilmasini teklif ederler.
Papa kabul eder.Muzakere gunu geldiginde
iki taraf karsilikli yerlerini alirlar ve karsilikli
olarak bir sure bakistiktan sonra Papa elini
kaldirarak 3 parmagini gosterir. Buna karsilik
Moiz tek parmagini kaldirir. Papa parmaklarini
sallayarak basinin etrafinda cevirir. Moiz
ise parmagiyla yeri isaret ederek oturdugu
yeri gosterir. Papa yanindaki cantadan bir
parca ekmek ve sarap ciartinca Moiz de bir
elma cikartir. Bunun uzerine Papa ayaga kalkarak
"Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler" der.
Muzakere sonrasinda Papa'nin etrafina toplanan
kardinaller Papa'ya ne oldugunu sorduklarinda
Papa; Ben once 3 parmagimi gosterip Kutsal Ucluyu
isaret ettim. Buna karsilik o bana tek parmagini
gosterip her iki dinin de tek tanriyi tanidigini soyledi.
Ben parmaklarimi sallayip basimin etrafinda
cevirerek tanrinin bizim etrafimizda oldugunu
gosterdigimde o da oturdugu yeri isaret ederek
tanrinin onlarin durdugu yerde de oldugunu
isaret etti.Ben kutsal ekmek ve sarap cikartip
tanrinin bizim gunahlarimizi bagisladigini gostermek
istedigim zaman da hemen bir elma cikartip bana
ilk gunahi hatirlatti.Her seye bir cevabi var.
Ne yapabilirdim ki?"Ayni sirada Yahudi cemaati de
Moiz'in etrafini sarmis ona nasil basardigini soruyorlardi.
Moiz; " Once bana 3 parmagini gosterip 3 gun icinde
burayi terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimiin
bile ayrilmayacagimizi soyledim. Sonra butun sehrin
Yahudilerden temizlenecegini soyledi. Ben de, hic bir
yere gitmeyip oldugumuz yerde kalacagimizi soyledim"
"Sonra ne oldu?" diye kalabalik heyecanla sormus.
"Valla,sonrasini ben de pek anlamadim. Papa biraz
hiddetlendi ve ogle yemegini cikartti. Bunun uzerine
ben de benimkini cikarttim. Hepsi bu!..
INSANLARIN NE KONUSTUGU DEGIL NE ANLADIGI
ONEMLIDIR. YA SENI ANLAYAN BIRI ILE KONUS
YA DA ANLASILMIYORSAN SUS KI, KONUSTUGUN
KISIYE BIR DE KENDINI ANLATMAK ZORUNDA
KALMAYASIN!. .
Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış,
ama istisnasız herkesin.Gece olunca,
insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini
yanına alır ve komsusunun evini soymaya
gidermiş. Gün doğarken geri döndüklerinde
yüklerini alırlarmış. Ama her seferinde
kendi evlerini de soyulmuş bulurlarmış.
Ülkede kimse kaybetmezmiş,çünkü herkes
birbirinden çalar ve bu dolaşım son kisi ilk
kişiden çalana kadar sürermiş.Bir gün, nasıl
olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkmış.
Gece olduğunda, çanta ve fenerle dışarı
çıkmaktansa evinde kalıp çalışmayı tercih
edermiş.Hırsızlar geldiğinde evde ışık
yandığını görüp soymak için içeri girmezlermiş.
Ve bu durum bir süre devam edince,
ahali bir konunun açıklığa
kavuşmasını istemiş:
"Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama
başkalarını bir şey yapmaktan alıkoymaya
hakkın yok."demişler Bunun üzerine dürüst
adam, geceleri evinden çıkar, fakat hiçbir
şey çalmaz,döndüğü zaman evini hep soyulmuş
bulurmuş. Adamın bir haftadan daha az bir
sürede, yiyecek tek bir şeyi kalmamış ve
ülkeyi terketmek zorunda kalmış.
Daha iyi soygun yaparak zenginleşenler
kendileri için soygun yapmak üzere maaşlı
hırsızlar tutmaya başlamışlar. Zengin
fakir ayrımı giderek çoğalmış. Zenginler
mallarını korumak için polis teşkilatı ve
hapishaneler kurmuşlar ve kendi mallarının
çalınmasını yasa dışı ilan etmişler.Ancak
yoksulların mallarını çalmak hala serbestmiş.
Bir süre geçtikten sonra, artık kimse soymaktan
ve soyulmaktan söz etmez olmuş. Çünkü
yoksulların çoğu ya açlıktan ölmüş ya da
ülkeyi terketmişler.Zenginler ve maaşlı
soyguncular ise soyacak kimse kalmadığı
için servetlerini yitirmeye başlamışlar.
Sonunda zenginler eski düzeni yeniden
sağlamak için dürüst adamı başa getirmeye
karar vermişler.Ancak dürüst adamın evine
gittiklerinde sadece yerde yazılı bir kağıt varmış.
Kağıtda şunlar yazıyormuş:
" Bir insan sadece dürüst olduğu için aranıyorsa
her şey için çok geç olmuş demektir"
BUGÜNKÜ ORTAMIN TEK SUÇLUSU ATATÜRK' TÜR!!!
Gönderen filozofikanarsist Etiketler: anlamlı yazılar, Atamız...Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz!
Evet, bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk’tür!
--------------------------------------- Eğer bugün 60 milyon insanımız,
Batı Trakya’daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur.
--------------------------------------- Eğer 1929-39 yılları arasında,
bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken,
Türkiye’de %96 artmışsa bunun suçlusu odur.
-------------------------------------- Eğer Türk işçisi, batıdaki gibi,
çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa;
bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek
zorunda kalmamışsa bunun suçlusu odur.
------------------------------------- Eğer şeyhülislamlar “fetva” verip
Kuran’ın Türkçe basımını engelleyemiyorlarsa; ezanlar düşman
bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa bunun suçlusu odur.
------------------------------------- Atatürk’ün suçları saymakla bitmez.
Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların
Ankara’yı ziyaret için kuyruk olmalarının
sorumluluğu da Atatürk’e aittir.
------------------------------------ Baskı rejimlerinden kaçan yüzlerce
batılı bilim adamının bir zamanlar
Kemalist Türkiye’yi seçmesinin sorumluluğu da...
----------------------------------- Faşist Mussolini’nin bile Türkiye’yi
“Avrupalı” saymasının günahı da..
---------------------------------------- Ama suçlunun suçlarının iyi
anlaşılabilmesi için suçsuzların suçsuzluklarının da
unutulmaması gerekir.
--------------------------------------- Sokaktaki adamın bile miras
hakkına dokunulmazken Atatürk’ün vasiyetini çiğneyerek
Türk Dil ve Tarih kurumlarını devletleştiren,
Atatürk’ün miras gelirlerini, devletin atadığı
memurlara dağıtan “beş general” suçsuzdur!
-------------------------------------- “Ben Atatürkçüyüm ve laiğim”
diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan,
Alevinin, Hıristiyan’ın, Yahudi’nin Sünni inancını öğrenmesini zorunlu
hale getiren Marmaris’teki emekli adam suçsuzdur.
------------------------------------- Köy Enstitülerini kapatırken,
İmam-Hatip liseleri açanlar, laik liselerde eğitim görenlerin sayısı
son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin
sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar,
Menderes’ten Demirel’e, Özal’dan Yılmaz’a tüm
“Atatürkçü Laik” başbakanlar suçsuzdur!
--------------------------- Milli eğitim bakanlığını şeriat yanlılarının
işgaline terk edenler, Sağlık ve Tarım bakanlıklarını şeriatçılara
peşkeş çekenler, İçişleri bakanlığının yapısını bozup valilerin,
kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için
kolları sıvayanların hepsi suçsuzdur!
------------------------------- Asıl suç Harp Okulunu şeriatçılara
açmamakta direnen Kemalistlerdedir..
------------------------------- Sokaktaki adama küfreden suçludur,
ama Atatürk’e küfreden suçsuzdur!
--------------------------------- Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler...
Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar...
Şeriatçılar, Kürt ırkçıları... Hepsi de haklılar!...
----------------------------------- Onların ayaklarının altına halıları
kim döşedi? 1950’den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...
ENİS ULAŞ
kapalı çarşı dudakların, kalabalık ve renkli
susma. Dilimde kurur kelimeler
biliyorum, olmayacak bir şey sana dirilmem
çocuk aklıma uyup da yürüdüm meydanlarında
kapını çalıp kaçmaktı niyetim
bir satır başında birden karşına çıkmak,
ve düşürmek kolunun altındaki cümleleri
olmadı. Ezberimde kaldın karıştırırken gülüşlerini
yoldan çıktım, sana düşüyorum
kurtarma beni
Pelin Onay
-bir solukta okumak istemiyorum seni, sayfalarını çevirme-
uyku tutmadı, sen tut beni
en son koynunda unuttum günaydın dilimi
gözlerinde büyüdüm, yüreğim sende çocuk kaldı
hadi kalk gidelim, bizi görüp yazacaklar, az kaldı
en keyifli sabah kahvaltım ! Sen,
göğsünde yürüdüğüm balıkçı kasabası
akşamdan kalsın öpüşlerin, yalpalasın dudaklarımda
susuyorum, özlemin gelincik tarlası susatma
gözüm tutmadı sensizliği, bir daha yollama
efkar dağıttım, herkese biraz düştü
dalgalara gözlerimle yazdım şiirimi, ıslandı ama yırtılmadı
kalbim, içli şarkılar kuşağı. İçinden geçiyor
parmaklarım karanlıkta mum gibi,
sana yazıldıkça eriyor
ateşli çingene dansım! Sen,
uzağında kaldığım deniz ülkesi
tutamayacağın sözler ver bana, ben tutarım
nefes alsın yorgunluğun dağınık yatak akşamlarında
biliyorum, gözlerin bir İstanbul hatırası
kapatma
ellerim tutmadı vedada, yaşlandım
beni kendinde bağışla
Pelin Onay
inandığım değerleri kaldırdım
çeyiz sandığıma sakladım../
..kenarlarını tığla ördüğüm umutlarımın
arasına parmaklarımda naftalin kokusu
alışamadım unutulmaya
kaç yaşında sevdim ben bu yalnızlığı.?
hangi yürek öncüsü oldu ezinç
taşkınlıklarımın..?
bana düşen artık susmaktır
toplamından taşıyorum iç acılarımın
defterimin arasında kurutulmuş
anılar yüzlerinde palyaço
gülüşleri kimbilir../
..hangi sevdadan kalma
isyan perdesini indirdi gece,
suya yansıdı öksüzlüğüm
şehrin kapılarını tutsun bütün yıldızlar,
yoksa firar edip kaçacak hüznüm
sevdiğim erkekler geliyor aklıma
bir çocuk gibi usulca sokulup,
bir nehir gibi akıp giden erkekler
ama sen
son vurgunum../
...en çok vurulduğum
veda mektubun hala cüzdanımda biraz
yırtıldı ve buruştu ama tek kanıtı
biten bir aşkın yoksa../
..kimse inanmıyor ayrıldığımıza
ah bu ben grameri bozuk bir
hikayenin içinde,
yüklemini kaybetmiş bir cümle gibiyim
sindire sindire yaşamalı ayrılıkları da
belki de bu yüzden../..hala aşık gibiyim
hangi kırgınlığın içinde boğuldu gülüşlerim...?
iğnesi kırılmış bir plak gibi dönüyorum olduğum yerde
ve şarkılarımı kusamıyorum
gücenik makamından eserler dinleyemediniz,
hepinizden özür diliyorum
çok erken susturuldum
bu yüzden bu üç boyutlu sarhoşluklar
fasl-ı şahane yıkılışlar
alnımda eksik bir veda busesi,
mümkün değil../..sevilemez ayrılıklar
sol göğsüm../..yanık göğsüm
nasıl da zor sevgi aramak resimlerde
bir çocuk olsam kolaydı ama../..büyüdüm
beni artık sevmeyin tuza yatırdım gönlümü../
..düşlerimin yanına gözlerimde esrik bir sızı,
alışamadım unutulmaya
PeLin Onay
"Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is,
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz
Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla,
Ve tarihle yargıla..."
Bal değildir ölüm bana,
İdam gül değildir bana,
Geceler çok karanlık,
Gel düşümdeki sevgilim,
Ay ışığı yedir bana...
”Ahh... Ben hasrete tutsağım,
Hasretler tutsak bana
Bıyığımdan gül sarkmaz,
Bıyık bırakmak yasak bana,
Mahpus bana, sus bana.
Yağlık ilmek boynuma...
Sevgili yerine
Koynuma idamlar alır, idamlar alır yatarım,
Ve sonra sabırla beklerim,
Bulutları çekersiniz üstümden,
Suçsuzluğumun yargılayıcılarını yargılarsınız,
Ve o güzel geleceği getirirsiniz bana...
Ölüm tanımaz işte o zaman sevgim,
Tırnaklarımı geçirip toprağın sırtına, doğrulurum,
Gözlerimde güneş koşar,
Ve çiçekler ekersiniz, çiçekler ekersiniz toprağıma...”
Duygu bana, öykü bana,
Roman gibi her an bana
Hücremde yalnızım gel,
Gel düşümdeki sevgilim,
Soyunup hazırlan bana.
“Biraz sonra asmaya götürecekler beni,
Biraz sonra dalımdan koparıp öldürecekler beni,
Hoşçakalın sevdiklerim;
Dört mevsim, yedi kıta, mavi gök...
Bütün doğa hoşçakalın...
Hoşçakalın sevdalılar,
Çocuklar, üniversiteliler, genç kızlar,
Sonsuz uzay, gezegenler ve yıldızlar,
Hoşçakalın...
Hoşçakalın senfoniler, oyun havaları,
Sevda türküleri ve şiirler.
Bildirilerimizin ve seslerimizin yankılandığı şehirler.
Dağlarında yürüdüğümüz toprak,
Yalınayak eylem adımlarıyla geçtiğimiz nehirler hoşçakalın...
Hoşçakalın ağız tatlarım;
Sıcak çorbam, çayım, sigaram...
Havalandırma sıram, banyo sıram, kelepçe sıram...
Parkamı, kazağımı, eldivenlerimi, ayakkabılarımı,
Ve kalemimi, ve saatimi,
Ve kavgamı bıraktığım sevgili dostlar
Hoşçakalın, hoşçakalın...”
Dostum bana, sevdam bana,
Soluğunu geçir bana,
Uyku tutmuyor gözüm,
Anılar sıraya girdi.
Gel anne süt içir bana.
”Hoşçakalın anılarımı bıraktığım insanlar,
Mutluluğu için dövüştüğüm insanlar,
Yedi bölge, dört deniz,
Yedi iklim, altmış yedi şehir,
Okullar, mahalleler, köprüler, tren yolları...
Deniz kıyıları, balıkçı motorları, takalar,
Asfalt yolu boyu dizilmiş fabrikalar,
Ve işçiler ve köylüler...
Hoşçakal ülkem
Hoşçakal anne, hoşçakal baba, kardeşim,
Hoşçakal sevgilim, hoşçakal dünya,
Hoşçakalın dünyanın bütün halkları,
Sınırlı olmayan mekâna,
Sınırlı olmayan zamana gidiyorum ben;
En sevda halimle, en yaşayan halimle,
Gidiyorum dostlarım,
Hoşçakalın, hoşçakalın...
Beni yaşamımla sorgula iki gözüm,
Beni yüreğimle, beni özümle,
Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni,
Tarihle anla beni,
Ve öyle yargıla.
Ersin Ergün
Madem ki içinde o ateş söndü
Bir daha yakmadan gidebilirsin
Aklımda kalmasın bu son bakışlar
Yüzüme bakmadan gidebilirsin
Yıllardır verdiğin kederi görme
Üstüme yıktığın kaderi görme
Ömrümden çaldığın günleri görme
Beni de görmeden gidebilirsin
Sen düşün yaranı kimler saracak
Sen düşün gönlünü kim avutacak
Bir an önce kaybol oldu olacak
Bir veda etmeden gidebilirsin
Demek ben suçluyum bir tek sen haklı
Ben zalim bir düşman sense zavallı
En güzeli alıp beni asmalı
Beni affetmeden gidebilirsin
Zorlama kendini veda etmeye
Zorlama gözünden yaşlar dökmeye
Mecbur da değilsin birşey demeye
Hiç bir şey demeden gidebilirsin...
Shadow-750c
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
ATAOL BEHRAMOĞLU
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstücü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birbirine karışır
Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde bir gökyüzü
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar
ATAOL BEHRAMOĞLU
Kuşatma altında vermem gerekiyor
Ömrümü etkileyecek kararları.
Kuytu bahçelerde değil
Sarsak odalarda yaşıyorum aşkı.
En güzel dizeyi buluyorum derken
Bozuyor düşümü bir klakson sesi
Aklımda hayatım üstüne düşünceler
Ve pantolonumdaki yağ lekesi.
Sırıtkan, şırnaşık bir reklam spotu
Ekleniyor sonuna duygulu bir filmin
Sevgi yitiriyor anlamını
Kaypaklaşıyor kin.
Bir çocuk ölüsüyle yan yana
Yaşıyor içimde gülen çocuk.
Katıksız sevinç duymayı
Ve üzülmeyi artık unuttuk.
Gök diye bir şey vardı bir zaman
Sonsuz, engin, mavi
Şimdi sünepe bulutların
Hasta köpekler gibi gezindiği
Ve dalgakıranlarla zincirlenmiş deniz
Gitgide çürüyen bir su olmada artık
Akıtmada zehrini doğaya
İçimizdeki bataklık...
Kuşatma altında vermem gerekiyor
Ömrümü etkileyecek kararları,
Fakat hiçbir sey kurutamayacak
Çorak topraklarda yeşerttiğim aşkı…
ATAOL BEHRAMOĞLU
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin.
Efkârlıyım, efkârlıyım,
elini ver, nerde elin?
Ayışığı renginde kar,
keçe çizmelerim ağır.
İçimde çalınan ıslık
beni nereye çağırır?
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak.
Ben ordan geçerken biri :
"Amca, dese, gir içeri."
Girip yerden selâmlasam
hane içindekileri.
Eski takvim hesabıyla
bu sabah başladı bahar.
Geri geldi Memed'ime
yolladığım oyuncaklar.
Kurulmamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi leğende
beyaz kotrasını Memet.
Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
ölmüş Berut, tanışırdık.
Bende boz bir halısı var
bir de kitabı, imzalı.
Elden ele geçer kitap,
daha yüz yıl yaşar halı.
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
En acayip gücümüzdür,
kahramanlıktır yaşamak :
Öleceğimizi bilip
öleceğimizi mutlak.
Memleket mi, daha uzak,
gençliğim mi, yıldızlar mı?
Bayramoğlu, Bayramoğlu,
ölümden öte köy var mı?
Geceleyin, karlı kayın
ormanında yürüyorum.
Karanlıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.
Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova...
14 Mart 1956
NAZIM HİKMET RAN
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
1956 NAZIM HİKMET RAN
Her zaman Atatürk onu sormaz
veya sınava çekmez ya!
Bir gün de, sofrada, neşeli bir zamanında
Atatürk’ü sınava çektiler arkadaşlarından biri, sordu:
- Lütfen cevap verin bakalım; dahi kime derler?
Atatürk tereddüt etmeden ve kendisinin sınava
çekilmesini yadırgamadan, cevap verdi:
- Dahi odur ki , ileride herkesin takdir ve kabul
edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes
onlara delilik, der...
Banoğlu, Age, S. 512
Sene 1938, 10 Kasım...
İstanbul Üniversitesi’nde saat 9'u 5 geçenin acı haberi duyulmuş...
Bir alman profesör var,
Hukuk Fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor.
O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir.
Kalkar, yanına gider.
Aralarında şu konuşma geçer:
- Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?
- Sizde böyle büyük bir adam vefat edince ne yaparlarsa, onu yapın.
İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
- Bizde bu kadar büyük bir adam vefat etmedi ki... der.
(Yücebaş, Hilmi, Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları, Hatıraları, İstanbul, Kültür Kitapevi, 1963, Sh. 39)
Yıl 1933; mevsim kış...
Yer, Ankara tren istasyonu.
Akşam üstü.
Gazi, yurt gezisine çıkacak, gar onu
uğurlamaya gelenlerle dolup taşıyor.
Gazi trene bineceği sırada bir köylü
kalabalığı yararak koşa koşa yanına
ulaşmayı başarıyor.
Ayaklarına kapanıyor.
Yaverleri, ilgililer köylüyü çekip
götürmek istiyorlar.
- Bırakın!...
Kendisi eğilip kaldırıyor köylüyü.
- Nasılsın yurttaşım?
- İyiyim Paşam, iyiyim...
- Senin iyiliğine memnun oldum.
Benden ne istiyorsun?
- Hayır Paşam, bir şey istemiyorum.
- Niçin geldin öyleyse?
- Seni gördüm, kendimi tutamadım,
ayaklarına kapanmak istedim.
- Yok, sen benden bir şey istiyorsun,
söyle bana yapacağım.
- Sağlığından başka bir isteğim yok Paşam.
- Ben biliyorum senin istediğini,
sen benimle kucaklaşmak istiyorsun.
Köylü yoksul, üstü başı dökülüyor,
üstelik giysileri kirli.
Gazi, sarılıyor köylüye, kucaklıyor onu,
bağrına basıyor, yanaklarından öpüyor.
O sırada kalabalık arasında bulunan
Feridun Cemal Erkin diyecektir ki:
“Etrafıma baktım, herkes mendili çıkarmış ağlıyordu.”
Çetin Yetkin’in, “Ben de Bir İnsanım” adlı kitabından...
Işığa baktım, bir sivrisinek
Uçuşuyordu etrafımda, iskemleye yığıldım:
Alıştığım çevreden geçip gitmiş,
Alıştığım zevkleri içip bitirmiştim.
Saçımı rüzgara, göğsümü sellere,
Kalbimi alacakaranlığa, dostça sunmuş,
Ve hafifçe kaynaşan kanımı usulca uyandırmışım,
Ölüleri anarak, en sevilen ölüleri.
Gördüm bulutlarda duranları -
Yalnızdım ve arada bir bakıyordum.
Bu onların güzel tavırları mı?
Belli belirsiz
Sallıyor gece rüzgarı titreşerek yelpazesini.
Bu onlardı, onlardı.
Aralarında mısın sen de?
Benim için öldün sen, ama göğsümdeki her şeyden
Daha mı çok seviyordum seni?
Sen de mi gittin?
Hayır, sevgin öldü senin ve geçip gitti öteye!
Etrafım sessiz.
Perdenin arasından
Dikkatle bakıyor soluk yüzlü ay.
Burada ne arıyor ay?
Uçuşan hayaletler gibi
Çevresinde dolanıyor, incecik narin bulutlar.
Duvarıma vuruyor titreşen yansıları -
Seviyorum onların titreşmesini -
Görüyor gibiyim, düşüncelerin ara sıra dansını
Çevresinde sakin mezarların.
Önümde, açılmış kitaplar,
Arasında yazılı bir sayfa;
Kitaplar öylesine ölü - ben tedirgin,
Uzanıyorum mektuba: yazı yorgun,
Ölmüş onu yazan el,
Ölmüş o ele emreden yürek.
Bu mektuba yansımış bütün sevişim,
Bu satırlara bütün çilem.
Ve gene de ölü değilsiniz, ey siz kalın ciltler,
Siz, bilgelik dolu karınlar, ölü değilsiniz -
Alıyorum şimdi, dostça, seni ellerime
Bana teselli verdin, şarap ve ekmek verdin
Acılar beni yıktığında, sen, benim
Shakespeare'im;
Ruhum bunu unutmamalı:
Onlar ay gölgesi gibi gittiler,
Sense bana sadık kaldın, ey derin anlamlı yüz!
Tükenmiş nerdeyse ışık -
ve yeniden canlanıyor,
Aydınlatıyor odayı, göğsümün içini:
Uyan yüreğim, çık mezardan
Ve çıkart sabahın yeni zevkini!
Daha sönmedi ruhunun ateşi,
Daha saçabilirsin uzaklara parlak kıvılcımlar,
Paslanmış yatıyor demir kılıcın kumlar içinde -
Al kayaları, şimşekleri, bilemek için onu!
Çöktü, söndü ışığın son pırıltısı da,
Hızla koşuşuyor artık ayın gölgeleri.
Pencere camı tıkırdıyor -
gece bakıyor içeri soluk soluk,
Sallıyor iniltiyle gece rüzgarı yelpazesini.
Elim uyuşmuş, yazmaktan nihayet yorgun,
Gözlerim bezgin, hüzün dolu.
Sivrisinek vızıldıyor gece türküsünü yavaşça -
Dinleniyorum, kendi içime dalmış, koltukta.
Friedrich Nietzsche
Neyi Yaşamak İstiyorsan Onu Yaşa...
Gönderen filozofikanarsist Etiketler: Nietzsche şiirLeri, şiirlerÖyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum, oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum, anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde.
Hem kızdım, hem güldüm halime
Sonra dedim ki ' söz ver kendine '
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundandı,
Anladım ...
Friedrich Nietzsche
Ne giderim peşlerinden ne ardımda devam olsun
Ne uyarım ne hükmeder, kalanlara selam olsun!
Korkunçtur kendinden korkan:
Korku yayan korku bulsun!
Korkutanlar yönetirmiş, hadi onlar önder olsun!
Dinlemez sözümü kendim, söz geçiren beter olsun!
Severim dolanıp da orman olsun, denizler olsun!
Ara sıra gideyim de bıraktğım izler solsun
Gizi tenha köşelerde, beni şimdi kimler bulsun?
Ey benim gibi yalnız!
Sen, kendine varan yolun
Yolcusu!
Çağır uzaklardan kendini, olsun!
Friedrich Nietzsche
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan
yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi.
Genç asker her zaman üstün geliyordu.
Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
- Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi.
Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
Tahsin UZER
Kaynak: Millet Dergisi, 1946
İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz
kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı:
- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı
vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini
yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu.
Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış.
Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi.
Biz de öldürecektik. O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak
kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.
Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu.
Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak
hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi.
Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın
hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu,
-bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu.
O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün
güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar,
Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu!
Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti.
Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna
bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi.
Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün
ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu.
O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu.
Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış
öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz
heyecandan heyecana sürükleniyorduk.
Anlatışlarını şöyle bağladı:
- İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.
Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin
ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı.
Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
- Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.
Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin,
zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine
yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.
Ord. Prof. Sadi IRMAK
Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. - Atatürk'ten Anılar, 1978
1- Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
2- Gökyüzünde bir bulut
3- Bitlis'te beş minare
4- Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili
5- Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın
öğle üzeriyaslanıp sigara içilen beyaz duvarı
6- Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
7- Palandökende bir palan, iki döken
8- Kastamonu'da üç kasto
9- Üç fay hattı
10- Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma
11- Dünyada mekan
12- Ahirette iman
13- Denizde kum
14- Uzayda yerçekimsizlik
15- Bir çuval gazoz kapağı
16- Bir kibrit kutusu sigara izmariti
17- On sekiz saç biti
18- Biri İngilizce 6 adet küfür
19- Yirmi tane boş naylon poşet
20- Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht
21- Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün
22- Uç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait,
üç ayrı banka reklamlı bank
23- Bir ayakkabı çekeceği
24- İki büyük taş kütlesi
25- Bir adet ağaç gölgesi
26- Üç kuş kanadı sesi
27- Bir sürü kedi, köpek
28- Bir Marmara Denizi
29- Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci
30- Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu
31- Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
32- Nakit 15 kuruş
33-Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür
CAN YÜCEL
dusunsene ruzgar olsan istediğin gibi dolaşacaksın
denizlerin uzerinde...
tepelerden aşağıya bırakacaksın kendini hiç
çekinmeden...
guzel kizların saclarında dolaşacaksın sana hiçbirşey
diyemeyecekler belki de hoşlarına gidecek...
gözyuzunde ucurtma gibi bir oraya bir buraya
savrulacaksın için hep ferah olacak ne sıkıntıdan
cehennem gibi nede sinirden buhar kazanı gibi...
hep ferah...
dalgaların arasına çekinmeden gireceksin sular
seni yutamayacak dunya seni kirletemeyecek ustelik
sen temizleyecceksin ferahlıgınla dunyayı...
istesen hiç ayrılmayacaksın yemyeşil ormanların
uzerinden...
istesen kaçıp en ucra köşelere gideceksin kimse
bulamayacak seni...
istesen sevdiğinin etrafında dört döneceksin hiç
farkına bile varmayacak...
uyurken yanaklarından suzuleceksin belki hoşuna
gidecek...
en umutsuz insanlara bir esmenle biraz da olsa
rahatlık vereceksin...
kimse seni eleştiremeyecek, kimse seni yakalayamayacak ,
kendi kurdukları hapislere tabulara ahlak derslerine
sokamayacaklar seni, bir esmeyle kaçabileceksin
aralarından hemde giderken en şiddetli tokatı
basabileceksin o utanmaz suratlarına...
en guzeli de istediğin kadar yakınlaşacaksın göğe, hiç durmadan,
yuzunu o hep özlemini kurduğun yukarı çevirip gideceksin
yukseklere doğru durmadan....
ruzgar oLmak böyLe bişey oLsa gerek...